Modern insan, kendi varlığının bilincinde olduğu zamandan itibaren canlılığı anlamaya yaşamın sırrını çözmeye çalışmıştır. Bir parçası olduğumuz canlı yaşamın bugün göründüğü hâline belli aşamalardan geçerek geldiğini bilimsel olarak biliyoruz. Her geçen gün bulunan yeni fosiller ve arkeolojik değere sahip buluntular, karbon tarihleme, gelişmiş kalıntı analizleri gibi yepyeni ve modern tekniklerle DNA ve moleküler biyoloji alanında yapılan yeni araştırmalar, yaşamın geçmişi hakkında çok daha fazla bilgiye sahip olmamızı sağlıyorlar. Canlılığın yaklaşık 4 milyar yıl kadar önce, bazı biyolojik yapıların nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde açtığı yoldan yine yaklaşık 3,5 milyar yıl önce, kendini kopyalayarak çoğaltabilen ilk ilkel organizmalarda ortaya çıktığı düşünülmektedir. Bilim bize ilkel ön organizmalar arasında hayatta kalabilen sadece tek bir hücrenin, evrimleşme süreçleriyle dünya üzerindeki farklı koşullarda farklı dallara ayrıldığı ve dünya üzerindeki inanılmaz zenginlikteki canlı hayatı oluşturduğunu söyler.
Yaşam canlı olarak sınıflandırılan her şeyi kapsar ve canlı olmanın bazı temel kriterleri vardır. İnsanlar ve hayvanlar gıda alımı, bitkiler ise suyla birlikte fotosentez yoluyla beslenirler. Beslenme temelde, metabolizmanın enerjiyi bir formdan başka bir forma çevirmesidir. Bu sebeple, canlıyı cansızdan ayıran farklar veya kriterlerin ilk ikisi dışarıdan enerji alımı ve enerji işlemeyi mümkün kılan bir metabolizmaya sahip olmaktır. Üçüncü temel fark ise hareketli, beslenen ve büyüyen varlıkların ya bölünerek ya da kendi türlerinin karşıt cinsleriyle cinsel birliktelik sonrası üreyerek çoğalmalarıdır.
Hayvan krallığına mensup bir cins olduğu için insanın fizyolojik çatılması tüm diğer hayvanlar gibidir. İnsanlarda iç iskelet varken böceklerde dış iskelet olması veya insanların burunları, balıkların solungaçları ile nefes alması gibi bazı farklılıklar olsa da hayvan krallığına mensup bütün cinslerde iç ve dış organlar benzer özelliklerle, benzer işlevlere sahiptirler. Hayvanlar âleminde bedensel yapının ortak bir şablondan çeşitlendiği ortadadır. Ortak bir şablona dayanan tüm bedenler yine ortak bir organik malzemeden inşa edilmişlerdir. İnsan veya hayvan fizyolojisini oluşturan her organ, kan, kemik, sinirler veya metabolizma sistemleri olsun tümü yaşayan hücrelerden oluşurlar. En küçük yapısal üniteler olmaları sebebiyle hücrelere hayatın yapı taşları da denilir. Vücutları oluşturan hücreler, yaşam boyunca devamlı olarak yenilenirler, bu hücreler eskidikçe ölürler; ancak diğer yandan kendilerini kopyalayarak açığı kapatırlar. İnsan bir canlı türü olarak cinsel birleşme yoluyla ürerken kendi hücreleri kendilerini bölünerek çoğaltır. Hücrelerin bulundukları organlara veya vücut sitemlerine göre farklı yapıları ve görevleri vardır. Hücre anatomisi mikroskop altında gözlemlendiğinde hücrelerin, hücre sıvısını (plazmasını) çevreleyen bir zar ve bu zarın içerisinde muhtelif küçük organcıklardan oluştuğu görülür. Bu organcıkların bir zarla çevrelenmiş bir kesecik; yani bir hücre içinde belli bir bütünlükle işleyişleri metabolizma olarak adlandırılır (veya organizma da denir, organizma kelime olarak organlara sahip olan anlamındadır); dolayısıyla enerji işleyen metabolizmaya sahip ve kendini çoğaltabilen organizmalar, canlı varlıklar olarak nitelendirilirler.
Canlı hayat hücresel temel üzerine inşâ edilmiştir. Canlı olmanın bilgisi, yaşayan her canlı hücrede bulunan DNA sayesinde bir sonraki hücre jenerasyonuna aktarılır. Bildiğimiz şey, hücresel yaşamın şans eseri ortaya çıkamayacak kadar karmaşık ve organize olmasıdır; öncesinde mutlaka daha basit kendi kendini kopyalayıcılar (self-replicator) ortaya çıkmış olmalıdır. Sorun şu ki; daha basit kendi kendini kopyalayıcıları canlı hücrelerden ayırıp incelemek mümkün değildir çünkü hücre bileşenlerinin hiçbiri kendi kendini kopyalama becerisine sahip değildir. Nasıl ki bir kadın (birazcık yardımla) kendini kopyalayabildiği hâlde kalbi ya da karaciğeri bunu yapamıyorsa, hücre de bir bütün olarak kendi kendini kopyalayabilen bir varlık olmasına rağmen bileşenleri öyle değildir. Daha teknik bir anlatımla, DNA molekülü nükleik asitlere nasıl bir zincirle proteinleri oluşturacaklarını bildirir; ancak proteinler olmadan da DNA yapılamamaktadır. Protein veya DNA’dan hangisinin önce gelmesi gerektiği birbirine geçmiş durumdadır. Canlılığın hücresel ve bedensel bazlarda işleyişi bilindiği hâlde ilkel kimyasal bileşiklerin nasıl biyolojik organizmalara dönüşerek canlandıkları bilinememektedir.
Enerjiyi işlemek, metabolizmaya sahip olmak ve çoğalabilmek canlıyı cansızdan ayıran farklardır. Kim bilir belki de canlılığın formülünü bulamamanın temel sebebi, onu devamlı cansızlarla fizyolojik farklar üzerinden tanımlamaya çalışmak olabilir? Hücreleri oluşturan atomlar, cansız olmalarına karşın devamlı hareket hâlindedir. Canlı ve cansızın ortak paydası olan hareket, belli bir seviyeden sonra canlı ve cansızı ayıran güç hâline evriliyor olabilir. Hücrelerin bölünerek kendini yenilemesi, hücrelerin bir araya gelip metabolizmalar (organlar ve bedenler) oluşturması, bu metabolizmaların üreyerek çoğalması ve enerjiyi işleyip dönüştürmesi, temelde tüm bu formların çok daha komplike şekilde hareket etmeleridir. Şöyle soralım: Canlı olarak sınıflandırılmayan, herhangi bir canlılık emaresi göstermeyen ve hücrelerinde yapı taşları olan atomlar ne yaptıklarını biliyor olabilirler mi?